Blog hakkında...

----------------------------------------------------------
Yorum yazmak isterseniz yazıların bittiği yerde zarf işareti göreceksiniz oraya tıklayarak yorum yazabilir ; ya da sağ tarafta bulunan ziyaretci defterime leave a response'a tıklayarak yorumlarınızı iletebilirsiniz.

Gelelim Blog'umun ismine...
En üstteki fotoğrafın üstünde de gördüğünüz gibi ismi:
"Jail l`impression de ne pas t`avoir vu"

Çok anlamlı bulmuştum. Bir gün haberleri okurken karşılaştım bu cümleyle, aşklarıyla meşhur Fransa Cumhurbaşkanı ve aşk mektubu konu:) (http://www.hurriyet.com.tr/dunya/7391715_p.asp)

Olayın magazinsel kısmı değil de,
Ben sözün anlamındaki derinliğine hayran kaldım... evet, doğru kelime bu, hayran kaldım...
Bir özlem bu kadar güzel anlatılabilirdi...
Blog'umun adının Türkçesi:
"Sanki seni yüzyıllardır görmemiş gibiyim..."

Bana bu cümle o kadar çok şey hissettirdi ki...

Temelinde aşk olan bir özlem, tutku bu kadar güzel ifade edilebilirdi..

İşte bu kadar sevdiğim bir cümlenin blog'umun ismi olmasını hiç tereddütsüz istedim:)

Son olarak,
Blog'uma,
Dünyama,
Hoşgeldiniz!

Herkese keyifli dakikalar diliyorum...
----------------------------------------------------------------

11/03/2013

Bir gün ben Belgrad'ta iken :)


Uçuş İstanbul’dan aktarmalı. Belgrad’a iniyoruz. Pasaportu gitmeden 2 hafta once aldım, 10 yıllık olandan. Tertemiz yani, giriş çıkış yok hiç. Bu maalesef sorun oldu. Vizesiz olunca, birkaç kişiyi almayalım diyorlar galiba. Uzunnn, iriyarı bir bayan bakıyor pasaporta, geç diyor bana. Benim gibi birkaç türk daha var. Çektiler kenara, niçin Sırbistan? Neden geldiniz? Nerede kalacaksınız? Rezervasyonunuzu gösterin? Ne görmeyi umuyorsunuz? Gibi bakakaldığınız sorular soruyor. Iı şeyyy, gezmek tozmak falan diyorsunuz içinizden J Biz arkadaşta kalacaktık, onun telefonunu istedi aradı, içine sindi bıraktı beni. Benden sonra 2 türk erkeğini geçirmedi. Paralarının az olduğunu anladı, bu parayla burada nasıl geçineceksiniz, gezeceksiniz. Problem diye aldı çocukları, bir daha görmedik, artık ne oldu onlara bilmiyorum J
Yurt dışına çıkınca anlıyorsunuz ki, yabancı biri için yönlendirme çok önemli. İçeri girince yabancı bir alfabe ile yazılar görüyorsunuz. İlk önce Exchange ofisini buluyor, elimizde olan euro’ları sırp dinarına (RSD)  çeviriyoruz. Paraların üzerinde ve havaalanında benim hayranı olduğum Tesla’yı görüyoruz. Havaalanının ismi de Nicola Tesla buarada. Daha sonra bir çıkış bulup taksicilere rastlıyoruz. Taksiciler her ülkede aynı, evet, sizi kazıklamak için ordalar J Biz otobüsü arıyoruz, taksicinin ağzından zor da olsa öğreniyoruz yerini. “1 saat beklersiniz” dese de, gidiyoruz, ve bir bakıyoruz otobüsümüz orda J
İlk başta tek katlı çift katlı evler karşılıyor sizi, yol boyunca. Sonra komünizim döneminden kalma binalar başlıyor. Burada dikkatimi çeken, binaların bakımsızlığı. O dönemden beri hiç bakılmamış, bizdeki gibi binalarına özen göstermiyorlar. Fakirler mi? Bence hayır. Öncelikleri farklı. Bir de binalarda dikkatimi çeken graffitilerdi. Ülkemde siyasi nedenlerden dolayı yasak olmasından dolayı, bu özgürlükler biraz hoşuma gidiyor, küçükken evin duvarlarına çizdiğim resimler geliyor aklıma. Annem hiç kızmazdı, sürekli boyanmak zorunda kalırdı duvarlar J 

Neyse, gezimize başlıyoruz. Belgrad’ın merkezine gidiyoruz. Bir yerel hamburgercide hamburger yiyoruz. Dikkat, artık Belgrade’tayız, et ve domuz eti mevcut. Normal et stiyorsanız bunu belirtmeniz gerek. Yoksa domuz eti geliyor. Ve dikkat, burada porsiyon anlayışı çok farklı. Bir porsiyon bizim iki porsiyonumuza eş değer J Hamburger 150-250 dinar arası. Yani; 1 tl=41,88 RSD ediyor. 150 RSD’ye yemek yiyebiliyorsunuz, o da 3,58 TL ediyor. Türkiye’den daha ucuz bir yerde olduğumuz kesin.
 Ardından arkadaşımıza valizleri bırakıp, gece hayatına akıyoruz. İlk önce gece hayatının olduğu caddenin orada, sandalyeleri kaldırıma atmış bir mekana ”Black Turtle Pub-Presernova klet” geçiyoruz. Bu ülkenin biraları meşhur. Meyveli bira mı arıyorsunuz, tütünlü bira mı, bir sürü çeşit bira var. Bu mekanda biraları deniyoruz. (70-250 RSD civarı) 

Ardından bir club’a, hatta hayatımda gittiğim en güzel canlı müzik club yapan bir yere geçiyoruz, “Bitef Teatar”. Cuma gecesi, harika bir grup sahne alıyor. Bizdekiler canlı müzikte halt etmişler hatta. Club şarkılarını canlı müzik yapıyorlar ve bir kadın bir erkek solist var. Kadın olan solist çok eğlenceli, sürekli sahnede muzurluklar yapıyor, diğer solistle uğraşıyor falan, hani sahneyi izlemekten kendinizi alamıyorsunuz, çok eğlencelilerdi J Grubun ismi: Makao! Aşağıda bir video paylaşıyorum, keşke bir daha canlı izlesem demeden geçemiyorum burayı :)

Gece bir çoban’a gidiyoruz, evet adı çoban J Bizdeki çoban kelimesi ile aynı anlamda. Oradaki çoban dükkanında bazlama ekmeği arasına domuz eti ya da bizim yediğimiz et’ten koyuyorlar, tereyağ ve sadece et oluyor bazlama ekmeğinde, ve tabii ki kocaman oluyor, onu afiyetle yiyiyoruz, geceyi bitiriyoruz.
Sabah, kahvaltı tercihimizi, orada meşhur olan pizzadan yana yapıyoruz. Merkeze inip, sokaklarda yürümeye başlıyoruz. Buarada her yere tranvay ile gidebiliyorsunuz. Bilet alıyorsunuz ama bizdeki gibi ön kapıdan girip bilet basma yok orda. Tüm kapılar açılıyor. Aralarda bilet okuyu var. İsteyen okutuyor, isteyen okutmuyor kartını. Devlet tamamen sana bırakıyor bu seçimi. Yalnız, hiç belli olmayan bir zamanda bir sivil görevli girip biletlerinizi bastınız mı diye kontrol edebiliyor. Bunun korkusu ile basanlar var biletleri. Ama basmayan daha çoğunlukta. Biz de 2 kere falan biletleri göstermedik, kontrole de denk gelmedik o 2 kerede, neyseki J Yalnız yakalanırsanız cezası var. 1000rsd ödüyormuşsunuz, anladığımız kadarı ile. Diğer bindiklerimizde denk gelmiştik kontrole.
Yürürken çok tatlı bir sokak görüyoruz, kafe tarzında bir sürü mekan var.Derken, evet bir yerel pizzacı! (Piazza dei Fiori)Hemen 1 dilim pizzamızı alıyoruz (150-300 RSD civarı), ayaküstü yeniyor, oyle oturarak masada yemiyorsunuz. Ve evet hak veriyoruz, Hamur incecik, tat harika!


Merkez dediğim yer Slavija olarak geçiyor. Oradan Yürüyerek istediğimiz yere gidebiliyoruz. Bunlardan biri, Nicola Tesla Müzesi.


Slavija
Bir rehber eşliğinde Tesla’yı dinliyorsunuz. Günümüzde olmayan wireless lambasını adamın 1920’li yıllarda yaptığını, hala evimizde bu teknolojinin olmadığını görüp, vay be diyorsunuz J Aşağıdaki fotoda filmlerdeki gibi olduğumu hissetmiş, “gölgelerin gücü adınaaa” dememek için kendimi zor tutmuştum J Elimdeki florasan lamba, kablosuz olarak yandı. Nasıl mı? Araştırıp okuyun, orasını ben anlatmayayım, merak olsun J




Nikola Tesla Museum

Hram Svetog Save-Aziz Save Katedrali’nin bahçesinde bir mola veryoruz. Bu ülkede iki sokakta bir yemyeşil parklar görebilirsiniz. Burası da bir Ortodoks klisesinin bahçesi. Vikipedia der ki “Kilise, Sırp Ortodoks Kilisesi'nin kurucusu ve Orta Çağ Sırbistan'ında önemli bir kişilik olan Aziz Sava'ya ithaf edilmiştir. . Vračar platosunda, Osmanlı Paşası Sinan Paşa tarafından 1595'te Sava'nın gömüldüğü düşünülen yere kurulmuş olan kilise mevkisi sebebiyle Belgrad şehir görünümünde göze çarpmaktadır. Her ne kadar, bir piskoposun yeri olmayışı sebebiyle - Belgrad Metropolitan Piskoposu'nun mekânı Aziz Mikail Katedralidir - teknik anlamda katedral olmasa da yabancı dillerde büyüklüğü ve önemi sebebiyle sıklıkla katedral olarak anılır.” Gerçekten, Belgrad’ı gezerken burayı hep görecekseniz.


Ardından Acıkıyoruz. Belgrad’ta olan arkadaşlar bizi alıyorlar, yeni Belgrad’a götürüyorlar. Belgrad’ta nehir ikiye bölüyor şehri. Şuana kadar anlattığım yerler eski Belgrad’tı. Şimdi karşıya geçiyoruz. Nehir kenarında Zemun olarak geçen bir ilçeye geçiyoruz. Burası Yeni Belgrad’ın nehire bakan tarafı. Nehir kenarında bir sürü restaurant var. Biz bir İspanyol lokantasında, hayatımızda tatdığımız en güzel et ve şarapları tadıyoruz. Bu restaurant diğerlerine göre daha pahalı. İki ikişi 3000RSD’ye doya doya yiyip içebiliyorsunuz. Türkiye ile karşılaştırınca bize yine ucuz geliyor. Mekan: Milagro Bar& Restoran. Kesinlikle güzel bir İspanyol tadı arıyorsanız tavsiye ediyoruz.
Zemun

Milagro Bar& Restoran

Ardından Velika Skadarlija diye bir kafana’ya gidiyoruz. Hani biz rakı-meze-ince saz yaparız ya. Onlar da bu tarz müzikli mekana (contrabass bile var orkestradaJ) Kafana diyorlar. Aşağıdaki videoda görebilirsiniz, buraya gelirseniz kesin bir kafanaya gidip, bu ortamı duymalı, koklamalısınız. Çok tatlıydı,ben çok sevmiştim tarzlarını…

Ardından gecemizi bir club’a giderek (Krug) bitiriyoruz. Eski bir binanın içini club yapmışlar. Bu ülkede yan masadaki kıza yanında erkekler olsa da yazmak normal bir şey, bunu birebir yaşıyoruz J Sana once iltifat ediyorlar yanına gelip, sonra erkek arkadaşın var mı diye soruyorlar, var diyince gidiyorlar. Kavga mavga çıkmıyor yani, medeni bir ülkedeyiz J
Sabah önce otobüs istasyonuna gidip (Autobuska Stanica Beograd), valizlerimizi hemen yan tarafındaki tren istasyonuna  bırakıyoruz. 20:00’de Bosna’ya otobüs ile geçeceğiz. Valizler yük olmasın diye çok cuzi bir miktara valizleri bırakıyoruz.
Orada börek meşhurmuş. Pekara diye adlandırılan bürek (onlar oyle diyor:)) satan yerlere gidip taze taze büreğinizi alıyorsunuz. Yalnız demeden geçemeyeceğim, bizim böreğimiz bin kat daha güzel! Onların börekleri vıcık vıcık yağlı. Hani meşhur dediler diye yedik de, bir de Türkiye'de yesinler bürek de görsünler! :)
Gerçekten dışarı çıkmadan sizin memleketinizde ne meşhur bilmiyorsunuz. Bizim böreklerimiz kesin meşhur olmalı, bir de çayımız, kahvaltı kültürümüz. Burada kahvaltı diye bir şey yok. Bürek var sadece. Çay da yok. Anlayacağınız, bir kere yedik, bir daha da hep pizza yedik sabahları :)

Öğleden sonra oranın alışverş merkezlerini merak ediyorum bir bayan olarak J Delta city diye bir avm’ye gidiyoruz, hiçbirşey almadan çıkıyorum. Çünkü sokakta gezerken vitrinlere bakmıştım. 3000 RSD’ye bot alabilirken, bu avm’de en az 7500RSD olduğunu görüyoruz. Yani, tavsiyem, sokakta gezerken gördüğünüz dükkanlar daha ucuz, oradan alabilirsiniz.
Daha sonra Kalemegdan’a geçiyoruz. Kale meydan yani J Kaleye çıkıyoruz. 


Burada şansımıza harika bir hava var, ve çok önemli bir fark gözüme çarpıyor. Burada teyzeler amcalar piknik masası tarzda yeşillikler içinde masalara oturmuş, satranç oynuyorlar! Evet, bir masa iki masa da değil. Bu onların parkta otururken yaptıkları bir şeymiş, o kadar hoşuma gidiyor ki, aynısını Bosna’da da görüyoruz daha sonra. Bizim ülkemizde boş boş otururken insanlar, burada satranç oynanıyor. Diğer br tarafta yine teyzeler amcalar şarkı söyleyip dans ediyor, diğer tarafta bir gelinle damat görüyoruz fotoğraf çekinmeye gelmişler. O kadar güzel bir kale meydandı ki gördüğüm! Biz de tepeye çıkıyor, çimlere oturuyor, yan tarafımızdaki gençlerin nehir ve şehir manzarası eşliğinde çaldıkları gitarla bir güzel keyif yapıyoruz! J





Ardından kalenin hemen alt tarafında olan hayvanat bahçesini geziyoruz, ve burada çok ama çok eğlenyoruz J (Zooloski vrt grada Beograda) Kaplan, aslan, kanguru, su aygırı, fil, zürafa, ayı bir sürü sempatik (J) arkadaş ile tanışıyoruz. Türkiye’de olsa fili o kadar uzağa koyarlar ki dokunamazsın, teller olur, burada fil kardeş dilencilik yapıyor, onu besleyebiliyor, dokunabiliyorsunuz.:) Onun gibi dilenip yemek isteyen çok tabii J



Ardından kalenin çıkışında bir cadde var, aynı bizim istiklal caddesine benzer, oradan aşağı doğru yürüyor, keyif yapıyoruz. Akşam yemeği için, meşhur diye bildiğimiz kalemegdan’ın yan tarafında nehir kenarında olan bir İspanyol lokantasına gidiyoruz. (Cantina de Frida) Burada da sangrea’yı beyaz şaraptan yaptıklarını görüyoruz. Tadı beyaz şaraptan olduğu için daha hafif geliyor.

Ardından otobüsümüze biniyoruz. (Autobuska Stanic Beograd-25 Euro ile ülke değiştiriyoruz:D) Yolumuz Bosna’ya. Bir sonraki yazımda Bosna’yı anlatacağım. Şimdilik bu kadar J


Not: Buarada, balkanların özel içkisi "Rakija". Türkiye'ye dönüşte tekrardan Belgrad'a geliyoruz. O zaman deneme şansımız oluyor. Sakın adı şaşırtmasın. Bizim rakımız ile alakası yok.%40 alkollü bir içki, sek içiliyor, acaip sert bişi, ben sevmedim, ama sert seviyorsanız bir içkiyi, tatmadan gelmeyin :)

İzleyiciler

Mary& Max

Mary& Max

Film'den alıntı...

"İnsanlar inanılmaz mantıksızdı. hindistan' da çocuklar açlık çekerken insanlar neden yemeklerini çöpe atıyorlardı? Neden oksijene ihtiyaçları varken yağmur ormanlarını yok ediyorlardı? Ve neden asla zamanında gelmeyeceklerse otobüsler için zaman çizelgesi hazırlıyorlardı? en sevdiği fizikçiyle mutabık kaldı : sadece iki şeyde sonsuzluk vardır ; evrende ve insanın aptallığında."Mary & Max

Ayın fotoğrafı...

Ayın fotoğrafı...
Bolu...

Sizce olmuş mu bu blog?:)