Blog hakkında...

----------------------------------------------------------
Yorum yazmak isterseniz yazıların bittiği yerde zarf işareti göreceksiniz oraya tıklayarak yorum yazabilir ; ya da sağ tarafta bulunan ziyaretci defterime leave a response'a tıklayarak yorumlarınızı iletebilirsiniz.

Gelelim Blog'umun ismine...
En üstteki fotoğrafın üstünde de gördüğünüz gibi ismi:
"Jail l`impression de ne pas t`avoir vu"

Çok anlamlı bulmuştum. Bir gün haberleri okurken karşılaştım bu cümleyle, aşklarıyla meşhur Fransa Cumhurbaşkanı ve aşk mektubu konu:) (http://www.hurriyet.com.tr/dunya/7391715_p.asp)

Olayın magazinsel kısmı değil de,
Ben sözün anlamındaki derinliğine hayran kaldım... evet, doğru kelime bu, hayran kaldım...
Bir özlem bu kadar güzel anlatılabilirdi...
Blog'umun adının Türkçesi:
"Sanki seni yüzyıllardır görmemiş gibiyim..."

Bana bu cümle o kadar çok şey hissettirdi ki...

Temelinde aşk olan bir özlem, tutku bu kadar güzel ifade edilebilirdi..

İşte bu kadar sevdiğim bir cümlenin blog'umun ismi olmasını hiç tereddütsüz istedim:)

Son olarak,
Blog'uma,
Dünyama,
Hoşgeldiniz!

Herkese keyifli dakikalar diliyorum...
----------------------------------------------------------------

8/22/2016

Yazın ortasında bir "Kar" Masalı!

“Kasabada balo organize edilmişti. En yakın arkadaşım Masal, baloya gitmemiz için ısrar etti. Pembe elbisesini sırf bu yüzden almıştı! Tek başına gidemezdi, e yakın arkadaş da kırılmazdı şimdi. (Bu da benim can sıkıntımın bahanesi işte :) ) Ama şimdi, o kadar özenmiş, o bebek pembesi rengini bulmuştu, can atıyordu gitmek için baloya. Gidilmez miydi! :) Akşama waltz çalacaktı, belki dansa kaldırırdı hoşlandığı çocuk, kabarık elbisesinin verdiği tüm zerafet ile sahnede yerlerini alırlardı. Bayılırdım waltz’lara!

Canlı canlı dinleme heyacanı ile, “Tamam” dedim! “Gidelim”. Ben de dantelli eldivenlerimi taktım, kırık beyaz renkte benzer modelde elbisemi giydim. İkinci itiraf geliyor o zaman :) Sadece müziğine değil balo kıyafetlerine de bayılırdım! Kabarık etekli elbiseler, eldivenler... Çok eski zamanlarda yaşıyormuş gibi, büyülü gelirdi bu kıyafetler bana. Çünkü nedense, eski zamanlarda her şeyin daha büyülü olduğunu düşünürdüm. Söylenen tüm sözler şiir gibi olmalıydı o zamanlar. Erkeklerin ağzından hep şiirlerden dökülmeliydi... Evet, hayallerimden çıkma vaktim gelmişti, yoksa baloya geç kalacaktık.



Girer girmez gözüm orkestrayı aradı. Orkestra harika çalıyordu çünkü, ne kadar kalabalık bir ekipti! Büyü böyle bir şey olmalı! Mırıldana mırıldana iniyordum merdivenlerden. Salonda ne çok insan vardı! Genelde bizim kasabadandı gelenler. Tanıştıkca “aa siz de mi burada oturuyorsunuz?” sorusu geliyordu bizden. Elimizde kadeh kırmızı şaraplarımız, tanıdıklarımız ve onların tanıdıkları ile muhabbet ediyorduk. Derken, bizim tarafa doğru biri geldi. Arkadaşlardan birini tanıyordu. Görür görmez birine benzetmiştim, ama O değildi. O’nu severdim çok ben... Gözlerinden dünyayı görür, sözlerinden hayatı anlamlandırırdım... Neyse zaten insan insana benzerdi. İlgilenmedim. Benim yanımda duruyordu, bakmıyordum özellikle. Muhabbet konusu döndü dolaştı çalan waltz şarkısına geldi.

Bu çalan mı daha güzeldi, yoksa ’nın “André Rieu - The Second Waltz” mı? Derken konuya dahil oldu, benim sevdiğim olan yani André Rieu - The Second Waltz’ten bahsetti.

“Dmitri Shostakovich’in bestesi aslında bu çalan” dedi.
O an, bir duraksadım. Yanıbaşımdaki yabancı ne anlatıyordu?? İlk kez ona bakıyordum. Devam etti anlatmaya.

“1906-1975 yıllarında yaşamıştı Dmitri, aslında şarkı 1955-1956 yılları arasında“The First Echelon” filmi için bestelenmişti.”
Evet, benzettiğim kişiye benziyordu yalnız ruhu sanki daha tanıdığım birine benziyordu. Bestenin içine giriyordu, anlatıyordu... O konuştukca, şaşırdım. Doğru anlıyordum. Daha tanıdık birine benziyordu!!...
Bana!

Yok artık dedim, konuyu değiştirdim. Ordan kaçmak istedim.

Halbuki başlamıştı çalmaya işte o beste... Neden gidiyordum? Yok, bir bahane uydurmalıydım, evet buldum, evdekiler beni bekliyordu, ondan gidiyordum. Hazır arkadaşımı da yalnız bırakmıyordum, hoşlandığı çocukla gayet mutlulardı, o bırakırdı evine onu. Kalabalıktı ortam, kaçabilirdim! Herkesten izin istedim ve kaçtım evet! Neden mi kaçtım? Bilmiyorum... Gerçekten neden kaçtığımı anlayamıyorum aslında. İlk kez böyle bir şey yaşadım...

 “Ruhu benzer mi bir insanın başkasınınkine?”...

 Sonrası ise, duyduklarım ve gördüklerim, ilk tespitimi haklı kıldı. Karşımdaki beklenmedik bir şekilde “ben”di. Şuana kadar farkımızı bulamamıştım... Peki;

“Ruh eşi böyle bir şey miydi?”

“Beni en iyi o mu anlardı?”

“Hayallerimizde beraber yaşar mıydık?...”

“Bunu ona söylemeli miydim?”

“Yok artık! Ne diyeceğim ona??!”

“Ben sende bir şeyler gördüm, farkında mısın gördüğüm şeyin?” mi diyeceğim?

“Biz de reveransı bile önce erkek yapardı, kadınlar yapmazdı ki!”

İşte olay burada düğümlendi. Sonra iç sorularım çoğaldı. Şaka gibiydi evet, ama şimdi de, ben korkuyorum O’nu kaybetmekten... Hani kıymetli bir şey bulursunuz, onu kaybetmekten korkarsınız ya birden. Öyle bir duygu, bulur bulmaz korkmaya başladığım... Daha onu yeni bulmuşken, şimdi kaybetme ihtimalim üzerine yoğunlaşmıştım.

“Ne yapacaktım?”...

“Daha ben onu bulduğumu anlatamadan, onu kaybetme korkumu mu anlatacaktım bir de?”

“Bir dahaki balo ne zamandı acaba? Gelir miydi, dans eder miydik mesela, anlar mıydı...”

Yoksa;
“Ben ona göre değil miydim acaba?”

Bir de bu var. O kadar sevdiğim bir ruha sahipti ki bana sorarsanız dünyanın en güzel kızı onunla olmalıydı. Ben en güzeli miydim? Tabii ki hayır. Ben onu sadece severdim... Gözlerinin içine bakar, derinlerinde sever, boğulurdum her seferinde oralarda... Çok güzel severdim ben onu... Yalnız o belki dünyanın en güzel kadınını arıyordur. Olabilir yani, belki aradığı ben değildim? Saçmalıyordum arkadaşlarıma göre. Zaten bunu söylerken bile, karşımdakinin “ben” olduğunu düşündüğüm için, aslında biliyordum onun da neye değer verdiğini. Bilmeme rağmen, korkuyordum işte, beni sevmemesinden... İçimdekini görememesinden...

Düşünmemeye karar verdim. Evet düşünmeyecektim! Bir şarkı mırıldansam mesela, kafam dağılsa...
la la la layyy...
la la laaa laa...
Ya, acaba, bir başka baloda denk gelir miydik yine? :)

Yok yok, gördüğünüz gibi düşünmemek bu değil, bayağı aklımda bu yabancı. Düşünüyordum işte, bu kadar sevdiğim bir ruhu bulmuşken, kaybedecek miydim gerçekten?

Kar yağmaya başlamıştı... Kafamın içinde yine o waltz çalıyordu, orkestrayı kalbim yönetiyordu, beynimi kandırmış bile, beynim ne güzel dans ediyordu kafatasımın içinde!:)

Kim bilir belki bir gün, böyle bir hava birleştirir bizi. Yarım kalan şarkımızda, kar tanecikleri gibi, dans ederiz bu dünyada...”
                                                                                                             22.08.2016
                                                                                                               20:52
                                                                                                                C.K.



İzleyiciler

Mary& Max

Mary& Max

Film'den alıntı...

"İnsanlar inanılmaz mantıksızdı. hindistan' da çocuklar açlık çekerken insanlar neden yemeklerini çöpe atıyorlardı? Neden oksijene ihtiyaçları varken yağmur ormanlarını yok ediyorlardı? Ve neden asla zamanında gelmeyeceklerse otobüsler için zaman çizelgesi hazırlıyorlardı? en sevdiği fizikçiyle mutabık kaldı : sadece iki şeyde sonsuzluk vardır ; evrende ve insanın aptallığında."Mary & Max

Ayın fotoğrafı...

Ayın fotoğrafı...
Bolu...

Sizce olmuş mu bu blog?:)